14 Ocak 2015 Çarşamba

Namık KEMAL, Cezmi (Tanıtım) - Cem AKDİL



Namık KEMAL, Cezmi
İstanbul 2010, Özgür Yayınları, 320s

Cem AKDİL(1)

       Kitapta genç, cesur, vatanını ve milletini her şeyden daha çok seven bir yiğidin devleti için yaptıkları ve savaştaki kahramanlıklar anlatılıyor.
Cezmi yiğit bir sipahi olduğu kadar, bilgin bir şairdir de Yakışıklıdır. Ciritte, atlı sporda ustadır. Roman İstanbul’da başlar.
0-100 sayfaları arası XVI. yüzyıl içinde Avrupalılar, Amerika’nın hemen her tarafına sokularak, o zamana kadar kayıplarda kalmış ve hiç işlenmemiş olan bu yeni dünyanın her çeşit faydalı hazinelerinden hisse almaya başladılar.
      XVI. Yüzyılın üstünlükleri sadece bunlardan da ibaret değildir. Yine bu yüzyıl içinde, Büyük Türk Hakanı ve Türk Orduları Başkomutanı Kanuni Sultan Süleyman I. Şanlı bayrağımızı, şafaklar içinde doğmuş bir hilal gibi, Viyana’larda, Tebriz’lerde, İspanya ve Hindistan’larda dolaştırarak dünyanın doğusunda, batısında şanla, şerefle dalgalandırıyordu.
Kanuni’nin ölümünden sonra başa Yavuz Sultan Selim geçmişti. Bunun üzerine İran Safevi Devleti, Türk milletiyle savaş alanında boy ölçüşmeyi kolay sanıyor; birtakım boş hayallere kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı. İşte o arzuların, o huyların sonucuydu ki, Safevi Devletiyle Osmanlı Devleti birbirine harp ilan etti.
       Devrin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, bu savaşı faydasız görüyor ve yapılmasını istemiyordu. Daha sonraları devletçe kararlaştırılan İran seferi ve savaşın başlaması, tecavüzün önce düşman tarafından yapıldığı düşüncesine dayandı. Ve şuarada burada başlayan Gürcü isyanlarının bastırılacağı söylentisi ortaya atılarak, ordu Üsküdar’a çekildi.
       Cezmi ise, yüzünde zeka ışıkları, parlayan mert tavırları ve göz alıcı gençliği ile koca bir ordunun içinde en seçkin bir yaratık sayılacak kadar herkesin takdir ve iltifat bakışlarını üzerine çekip duruyordu.
İran Hükümeti, Türk ordusunun İstanbul’dan hareketini haber alır almaz, Tokmak Han’I Gürcistan Muhafızlığına tayin eylediği gibi, Tebriz’deki askerine de, Allah Kuli Han komutasında, Van üzerinden Anadolu’ya hücum emrini vermişti. İki ordu Çıldır sahrasında karşılaştı.
       Osmanlı ordusunun başında Derviş Bey bulunuyordu. Derviş Paşa, genç bir kahraman, usta bir binici olduğu kadar da yaradılıştan çok heyecanlı ve hiddetli bir zattı; en küçük bir şeyden hemen parlayıverirdi. Düşmanla karşılaştıkları zaman, kükremiş bir aslan kesildi. Düşman kendilerinden kat kat fazlaydı; fakat o, aradaki bu sayı farkına hiç önem vermedi; bayrağı altında bulunan üç yüz- dört yüz yiğitle koca bir ordunun ta kalbine, en can alacak yerine saldırmakta bir an bile tereddüt etmedi.
100-200 sayfaları arası: Düşmanın kimini yerlere seriyor, kimini çil yavrusu gibi darmadağın ediyordu. Fakat ne çare ki saflarımız gittikçe seyrekleşiyordu. Buna karşılık düşman askeri ise, mütemadiyen takviye aldığı için, azalmak şöyle dursun, bilakis gittikçe çoğalıyordu. İranlılar hücumlarıyla nihayet birliğimizi kuşatmaya muvaffak oldular ve bir hayli askerimizi de şehit ettiler.          Derviş Paşa bu elverişsiz şartlar altında yılmıyor, yanında sağ kalan bir avuç kahramanla göğüs göğüse, kılıç kılıca bir boğuşma ile düşmanı saatlerce hırpalıyor, hırpalıyordu.
       Nihayet Tokmak Han tarafından üzerlerine dolgun mevcutlu bir süvari alayı daha sevk edildi. Bu taze kuvvet, şiddetli bir saldırışla Paşa’nın yanında bulunanlardan otuz kadar kahramanı şehit ettikten sonra, topuz ve kılıç darbeleriyle kendisini de atından düşürdüler.
       Genç ve kahraman Türk komutanı yaya kaldığı halde, tek başına koca bir alayla bir hayli zaman başa çıktı; birbiri ardına üzerine saldıran üç İranlıyı birer kılıçta ikiye böldü. İranlılar, şiddetli bir hücum ile Paşa’nın sağ tarafında bulunan birkaç süvarimizi de şehit ettikten sonra, bir okla paşa’nın atını öldürdüler; ikinci bir okla da kendisini yaraladılar.
Cezmi bulunduğu yerden paşa’nın düştüğü tehlikeyi görünce, gözlerini kan bürüdü; tüyleri diken diken oldu. Adeta kendinden geçmiş denilecek heybetli bir tavırla:
-Paşa yerlerde yatıyor! Dinini, milletini, devletini seven arkamdan gelsin!…
Diyerek kılıcını ağzına, kargısını deline aldı. Ferhat Paşa’nın yadigarı olan küheylanın dizginini boynuna attı, başını düşman üzerine çevirdi ve düşmana hücum etti. Yanında bulunanlar da kendisiyle birlikte ileri atılmakta bir an bile tereddüt etmediler; komutanlarını kurtarmak için belki rüzgarla yarışabilecek kadar hızlı koştuğu için, Paşa’nın etrafını sarmış bulunan düşman askerlerine herkesten önce o yetişti; birbiri ardınca birkaç düşmanı tepeleyerek paşanın hemen yanına vardı ve yere indi.
       200-300 sayfaları arası: Paşa’yı kendi atına bindirdi. Saygı ile üzengisini öptüğü sırada öteki arkadaşları da yanlarına geldiler. Atını Paşa’ya verdiği için yaya kalan Cezmi de ani bir hareketle bir İran süvarisinin dizginine sarıldı. Fevkalade bir ustalıkla adamı öldürerek altındaki ata atladı ve savaşan arkadaşlarını arasına karıştı.
       Aradan biraz zaman geçmişti ki, düşman saflarının arkasında siyah bir duman belirdi. Tam o sırada bizim askerlerin arkasında da kızıl bir toz bulutu kalktı. Öyle ki, bulutun büyüklüğüne ve dehşetine bakılsa, yerler gökler birbirinin üzerine yığılmış geliyor sanılırdı. Ordumuza taze kan geliyordu.
Özdemiroğlu Osman Paşa kuvvetleri biçare askerlerimizin yardımına koşuyordu. Bu kuvvetler düşmanın üzerine yağmur yağarcasına kurşun yağdırıyorlardı. Fakat o devrin silahları sudan etkilendikleri için, yağmurun şiddetiyle, on-on iki dakika içinde bütün bütün kullanılamaz hale gelmiş ve iş yine kılıca dayanmıştı. O devirde ateşli silahları en iyi kullanan Türklerdi. Türklerin ellerindeki ateşli silahler işlemez hale gelince İranlılar çoğunluklarına güvendiler; ordumuza hücum etmeye başladılar.
       Deviş Paşa çadırına çekilince, Cezmi de hemen savaşa katıldı. Gösterdiği kahramanlık ve ustalığa yalnız bizimkiler değil, karşı tarafın kahraman kişilerini bile hayran bıraktı. At, silah kullanmakta öyle harikalar gösterdi ki, komutanı Osman Paşa gibi vazifesinden başka bir şeyi gözü görmeyen olanca dikkatiyle savaşı idare etmekte olan ciddi bir askeri bile vakit vakit adeta tertibatını unutturacak kadar hayranlıkla kendisini seyretmek zorunda bıraktı. İranlılar, hava iyice kararınca tabana kuvvet kaçtılar.
       Savaştan sonra Osman paşa, Derviş Paşa’nın yanına giderek durum değerlendirmesi yaptılar. Cezmi’nin kahramanlıklarından bahsettiler ve Cezmi’yi yanlarına çağırttırarak onu ödüllendirdiler.
300-320 sayfalar arası: Cezmi’nin savaşta tanıştığı Adil Giray ve kardeşi Gazi Giray bu savaşta esir düşmüşlerdir ve İran sarayına götürülürler. Burada Perihan ve Şehriyar Adil Giray’a aşık olurlar. Sünni mezhebinde olan Perihan, seviştiği Adil Giray’la, Osmanlı ordusunun da yardımını alarak İran saltanatını ele geçirmek amacındadır. Bunu Şehriyar haber alır; taraflar kanlı bir boğuşmaya tutuşurlar. Şehriyar, Perihan ve Adil Giray ölürler. Cezmi yaralanır ve derviş kılığına girerek güçlükle vatanına döner.
Kitaptan çıkarılacak sonuç herkes, vatanı için elinden gelen her şeyi yapmalı hatta uğrunda canını seve seve verebilmelidir.

Şahıslar ve Olaylar
       Kitapta olaylar en küçük ayrıntısına kadar anlatılmıştır. Çok sürükleyici bir anlatım tarzı vardır. Ama yazar bazen konunun dışına çıkarak, bunun da farkına vararak “konunun dışına çıktık galiba, kaldığımız yerden devam edelim.” şeklinde ifadeler kullanmış ve bu da akıcılığı zaman zaman yok etmiştir.

Yazar Hakkında Bilgi
       Namık Kemal; Tanzimat şairlerimizin içinde önemli bir yeri vardır. Tekirdağ’da doğdu(21 Aralık 1840). Babası müneccim başı Mustafa Asım’dır. İki yaşında annesi Fatma Zehra Hanım’ı kaybedince, anne babası Abdüllatif Paşa’nın yanında özel bir öğrenim görerek Kars’a, Sofya’ya gitti. İstanbul’ geldiği zaman Fransızcayı öğrenmiş, küçük bir divan dolusu şiirler yazmış bulunuyordu.
Şinasi ile tanışarak Tasvir-I Efkar gazetesine yazmaya başladı. Yazıları ulusun gözünü açacak nitelikte olduğu için gazete kapatıldı, yazarları sürgün edildi. Namık Kemal’in iki romanı vardır:“İntibah” ve “Cezmi”. Her iki roman da duygu ve hayale fazla yer verir. Dilin sadeliğinden, halkın ana dilinden, gerçeklerden, günümüz roman tekniğinden uzaktır.

(1) T.C. C.B.Ü. Eğitim Fakültesi, Türkçe Öğretmenliği Öğrencisi

12 Ocak 2015 Pazartesi

Necip Fazıl KISAKÜREK’in Edebi Şahsiyetinin İzlenimi - Büşra ATALAY

           NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN EDEBİ ŞAHSİYETİNİN İZLENİMİ
                                                                                              Büşra ATALAY [1]
Edebi kişiliği-sanat anlayışı
Modern Türk şiirinin mistik şairidir. Halk şiirimizin öz ve biçim yapısından yararlanmış, bunlara batılı, modern bir özellik kazandırmış, sonraları dinsel duyuşlarda karar kılmıştır. Sağlam bir tenkitle esrarlı iç âlemini,  felsefi görüşlerini, etkileyici bir anlatımla dile getirmiştir.
Şiirin yanı sıra makale, tarih, eleştiri, biyografi, öykü türlerinde de yapıtlar yazmıştır. Divan, halk, tazminat ve batı edebiyatını en ince ayrıntılarına kadar bilen sanatçıdır. Serbest şiire karşı çıkmış. Kafiyeye sığınmayı sahtekârlık sayar. Ona göre duygu ve düşünce harmanlanıp şiir kalıbında, sanat kaygısıyla dillendirilmelidir.
           Şiirin içyapısıyla dış yapısı arasında bir uyum bulunması gerektiği düşüncesinden hareket eden Necip Fazıl Kısakürek 1930’lu yılların başlarına değin süren yoğun şairlik yaşamında lirizmin ağır bastığı şiirler yayımlamıştır. Duygularını değişik biçimde yansıtışı, değişik benzetmeler kullanarak şiirlerini renklendirişiyle bu yılların şairleri arasında ayrı bir yeri olmuştur. Her şiirinde, sanatından, ruhundan, hissiyatından ve düşüncelerinden ipuçları vardır. 1934’e kadar ruh çalkantılarını, korkularını, iç hesaplaşmalarını, çocukluk yıllarına has hatıralarını, dış dünyadaki varlığı ve kendisiyle didişmelerini, arayışlarını anlatmıştır. Şiirlerinde anlaşılmayan ayak sesleri, periler, cinler, hayaletler, kâbuslar, siyah kediler, geceleri insanın etrafında fıldır dönen kambur cüceler gibi ürpertici motiflerle, bir takım gerçeküstü varlıklara yer vermiştir. Bütün şiirlerini içeren Çile’ de şiirlerini şu adlar altında toplanmıştır. Ölüm, korku, ukde, tecrit, bunlar aynı zamanda yeni, orijinal sanatkârane ve insana tat veren ifadelerdir. 1934 sonrası şiirlerinde toplumu da sanatına yansıtmıştır. Şiirlerinde toplumun kandırıldığını, gençliğin kokuşturulduğunu iddia etmiştir. Ona göre toplum uyarılmalıdır. Türk milleti aslına dönmelidir. “Şiir topluma his ve fikir hayatını yansıtmalıdır.” Derken saf şiirden de vazgeçmemiştir. Tiyatro eserlerinde üstün bir ahlak felsefesini savunmuştur. “Cinnet mustatili “adlı eserinde hapishane anılarına yer vermiştir.[2]

Onu anlatan üç edebiyat insanı…
Necip Fazılın kişiliği, düşünce yapısı, edebi şahsiyeti, şairliği, yazarlığı, davasının arkasında sağlam duruşuyla alakalı yüzlerce makale, tez, seminer mevcuttur.. Ayrıca onun döneminde yaşamış olan yahut bu dönemde yaşayıp, onu idol edinen şairler, ünlüler, Prof.ler mevcut. Onlardan birkaçının Necip Fazıl hakkında atılım üniversitesinde yapılan konferansta söylediklerine geçmeden önce kim olduklarını öğrenelim
YAHYA DÜZENLİ; 1956 yılında Trabzon’da doğdu. İlköğretimini Amasya’da üniversiteyi de Ankara’da tamamladı. 1974 yılından bu tarafa Ankara’da ikamet etmektedir. Necip Fazıl’ı yakından tanımışlığı vardır.[3]

SADIK YALSIZUÇANLAR; 1962 TARİHİNDE Malatya’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. 1985 yılında Sivas Ulaş Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak atanmış. Edebiyat dünyasında önemli bir yeri vardır.[4]
MUSTAFA MİYASOĞLU; 1946 Yılında Kayseri’de doğan şair İlköğretimini burada tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi. Necip Fazıl’ı yakından tanımasa da dergilerini ve yazılarını takip etmiştir.[5]
MUSTAFA MİYASOĞLU:
Bundan 50 yıl önce Büyük Doğu 1964’te yayınlanırken ilk kez Necip Fazıl’ı o zaman dergiden tanımıştım. Şairliği, yazarlığı, müttefikliği içinde tanıdım.[6]
Necip Fazıl’la ilgili onun eserlerini okumuş ondan bir şekilde yararlanmış insan derhal fark edilir, çünkü farklıdır. Miyasoğlu bence Necip Fazıl’ı bu bakışla gözden geçiriyor. Necip Fazıl tarihteki kendi çağının düşüncelerini toptan sorgulayarak yeni bir yapılanma oluşturan Sokrates, Dekart, İmam Gazali gibidir ve dünyada dördüncü şahsiyettir. Bu felsefi formasyonel disiplini aldığınız zaman, okuduğunuz zaman bunun farkını anlarsınız. Bu anlamda şair düşünür olarak şiirlerindeki imajınadır düşünceye karşılık, idol örgüsü gibi eserlerinde kavramlarla da düşünür. Yani dünya tarihinde Homeros hümanisttik bir eser ortaya koymuştur. Sokrates de kavramlarla, eser koymuştur. [7]
Necip Fazıl doğu’ da ve batı’ da farklı disiplinlerle ayrılmıştır. İki ayrı disiplinin ikisinden de mükemmel eserler ortaya koydu. Aydınlanma düşüncesi felsefi olarak ortaya koyduğu bakış açısını sanat eserlerine de yaymıştırlar.[8]
SADIK YALSIZUÇANLAR:
Necip Fazıl aslında çocuk safiyetinde bir insandı. Bilgelerin üç temel özelliğinden birisi saf olmalarıdır. İçindeki o çocuğu muhafaza etmiş olmalarıdır. Ona aslında insani kadim de deniyor. İnsani kadim insanın ebedi çocukluk hali üzerinde yaşamasıdır. Rasim Bey Çankırı’da bir etkinlikte anlatmıştı. Üstadı kandırmak kolaydır, her konuda rahatlıkla kandırabilirsiniz. O kadar inanmaya açık ve hazır ki sevdiği, güvendiği insanlar ne söylese inanırdı. Hele hele para konularında, dünyevi konularda; diğer konularda mesela okumadığı bilmediği bir konu varsa –ki Necip Fazıl’ın bilmediği konu yok gibidir.- bir şey söylendiğinde çok inanırdı. Bu onun saflığından gelirdi. Zaten onun en çok sevdiğim şiirlerinden biri de Çile’ de yer alan[9]
YAHYA DÜZENLİ; 1956 yılında Trabzon’da doğdu. İlköğretimini Amasya’da üniversiteyi de Ankara’da tamamladı. 1974 yılından bu tarafa Ankara’da ikamet etmektedir. Necip Fazıl’ı yakından tanımışlığı vardır.[10]
SADIK YALSIZUÇANLAR; 1962 TARİHİNDE Malatya’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. 1985 yılında Sivas Ulaş Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak atanmış. Edebiyat dünyasında önemli bir yeri vardır.[11]

MUSTAFA MİYASOĞLU; 1946 Yılında Kayseri’de doğan şair İlköğretimini burada tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi. Necip Fazıl’ı yakından tanımasa da dergilerini ve yazılarını takip etmiştir.[12]
MUSTAFA MİYASOĞLU: Bundan 50 yıl önce Büyük Doğu 1964’te yayınlanırken ilk kez Necip Fazıl’ı o zaman dergiden tanımıştım. Şairliği, yazarlığı, müttefikliği içinde tanıdım. Necip Fazıl’la ilgili onun eserlerini okumuş ondan bir şekilde yararlanmış insan derhal fark edilir, çünkü farklıdır. Miyasoğlu bence Necip Fazıl’ı bu bakışla gözden geçiriyor. Necip Fazıl tarihteki kendi çağının düşüncelerini toptan sorgulayarak yeni bir yapılanma oluşturan Sokrates, Dekart, İmam Gazali gibidir ve dünyada dördüncü şahsiyettir. Bu felsefi formasyonel disiplini aldığınız zaman, okuduğunuz zaman bunun farkını anlarsınız. Bu anlamda şair düşünür olarak şiirlerindeki imajınadır düşünceye karşılık, idol örgüsü gibi eserlerinde kavramlarla da düşünür. Yani dünya tarihinde Homeros hümanisttik bir eser ortaya koymuştur. Sokrates de kavramlarla, eser koymuştur. [13]
Necip Fazıl doğu’ da ve batı’ da farklı disiplinlerle ayrılmıştır. İki ayrı disiplinin ikisinden de mükemmel eserler ortaya koydu. Aydınlanma düşüncesi felsefi olarak ortaya koyduğu bakış açısını sanat eserlerine de yaymıştırlar.[14]
SADIK YALSIZUÇANLAR:
Necip Fazıl aslında çocuk safiyetinde bir insandı. Bilgelerin üç temel özelliğinden birisi saf olmalarıdır. İçindeki o çocuğu muhafaza etmiş olmalarıdır. Ona aslında insani kadim de deniyor. İnsani kadim insanın ebedi çocukluk hali üzerinde yaşamasıdır. Rasim Bey Çankırı’da bir etkinlikte anlatmıştı. Üstadı kandırmak kolaydır, her konuda rahatlıkla kandırabilirsiniz. O kadar inanmaya açık ve hazır ki sevdiği, güvendiği insanlar ne söylese inanırdı. Hele hele para konularında, dünyevi konularda; diğer konularda mesela okumadığı bilmediği bir konu varsa –ki Necip Fazıl’ın bilmediği konu yok gibidir.- bir şey söylendiğinde çok inanırdı. Bu onun saflığından gelirdi. Zaten onun en çok sevdiğim şiirlerinden biri de Çile’ de yer alan;
“Al eline bir değnek tırman dağları şöyle,
Şehir farksız olsun tek mukavvadan bir köyden,
Uzasan göğe ersen cücesin şehirde sen,
Bir dev olmak istersen dağlarda şarkı söylemek isterdin…”[15]
Şiir yerle göğün temasını kuran bir şeydir. Hadi gel diyor, arzlıyız, dünyalıyız dünyada yaşıyoruz, yerde yaşıyoruz, ama göklerle çevriliyiz. Şiir insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. O anlamda Necip Fazıl bir defa modern zamanlar Türk şiirinde bunu yapmış bir insan diye düşünüyorum. Bu da onun saffetliğinin getirdiği bir şey.[16]
Necip Fazlın şiirlerinden Çile aslında onun tek başına bütün hikâyesini anlatan bir şiirdir. Çünkü Çile kemale erme yolculuğunun öyküsüdür. Eşrefoğlu Rumi’nin dediği gibi kendi derdini söyleyen bir şiirdir. Necip Fazıl’ın aşağı yukarı bütün şiirleri böyledir ve onun hikâyesini en güzel, o şiirlerden okuyabiliriz. Necip Fazıl hakikaten deha sahibi çok yetenekli, bir de bizim bu aşağı yukarı yüz yıllık edebiyat tarihimiz içerisinde büyük bir şahsiyettir. Egosu çok güçlü, güçlü mizacı olan, şahsiyeti çok kaliteli bir adam Hegel’in dediği gibi “Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi açısını taşıyıcısı olarak sanatkârdır.” Ama Necip Fazıl’ın onu aşan bir tarafı var, yüksek bir şiiri var Türkçeye çok hâkim ve nesirlerine de şiirlerine de o mizacının kişiliğinin damgasını vurmuş.[17]
YAHYA DÜZENLİ:
Benim söyleyeceklerim şüphesiz Necip Fazıl’ı bütünüyle kuşatmayacaktır. Böylesine girift böylesine karmaşık bir mütefekkir bir şairin hayatı da zaten anlatılamaz. Üstadın bir iki mısrasını hatırlıyoruz.
“Ey genç adam yolumu adım adım bilirsin
Erken gel beni evde bulamayabilirsin.”[18]
Ben adam tanımanın surat tanımak olmadığını Necip Fazıldan öğrenenlerden birisiyim. Necip Fazıl’ın hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir. Bunu “durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak, rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım ve can hıras feryatları” mısralarında görebiliyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir sözü var “İnsanlar da kuyulara benzerler, içlerinde boğulabilirsiniz. Aynen üstat da böyledir. Onun hangi kitabını elinize alırsanız alın sizi bütün kitaplarının ruhunu verebilecek bir yere getirir. Fikirsiz öfkenin ve öfkesiz fikrin Necip Fazılda yeri yoktur. Rahmetli Osman Yüksel Necip Fazıl’ın mücadele arkadaşlarındandır. Üstat vefat ettikten sonra şöyle bir cümlesi vardır: “Herkes onun arkasından boşluğu doldurulamayacak diye laf ediyor, boşluk bırakmadı ki doldurulsun” demişti. Biz de böyle düşünüyoruz ve Abdülhamit kitabının üstadı tarihi tezler taşıyan Abdülhamit kitabının en sonunda bir cümlesinde diyor ki üstat; “Abdülhamit’i anlamak her şeyi anlamaktır” büyük bir iddia gibi gelebilir size: Necip Fazıl’ı anlamak her şeyi anlamak olacaktır.[19]
“Yarın, elbet bizimdir, elbet bizimdir.
Gün doğmuş, gün batmış, ebet bizimdir.
“Gedaya ged alık
Nitekim sultana sultanlık yaraşır.”[20]

SONUÇ
Yazılan ve söylenilenlerden çıkardığımız kadarıyla Necip Fazıl bir gönül insanı, davası uğruna kimseye boyun eğmemiş bir şair, bilge, yazar. Necip Fazıl’ın şiirleri yönünden bakacak olursak, birçok şiir kitabı yazmış olmasına rağmen kendisinin kabul ettiği tek kaynak “Çile” adlı kitabıdır. Bu kitabında tüm şiirlerini eledi, düzenledi, sıraladı, altmış yıllık yolculuğunu bu şiir kitabında en öz haliyle birleştirdi. Necip Fazıl hakkında söylenenler, onun birçok insanı derinden etkilediğini gözler önüne seriyor. O sadece Türkiye’de değil, dünyaca okunan bir düşünce, bir fikir adamı. Eserleri pek çok dile çevriliyor ve okuyanlar hayranlıklarını gizleyemiyor, çünkü davasını en muhteşem şekilde şiirlerine aktarmış olmakla kalmamış ders verici cümleleriyle de birçok kişinin yol göstericisi olmuştur. Onun hakkında yazılan ve söylenenlerden bunları çıkarıyoruz. Behçet Necatigil şöyle söylüyor onun hakkında; “Tekke şiirimizin verilerini modern Fransız şiiri ölçüleriyle değerlendiren, şiirlerinde soyut insanın evrendeki yerini araştıran; madde ve ruh problemlerini, iç âlemin gizli duygu ve tutkularını dile getiren Necip Fazıl; dinç ve oturmuş bir dil, mazbut ve sağlam bir teknikle yazdı.” Bence Necatigil onun tüm edebi kişiliğini bu sözlerle özetlemiş, bir yandan da edebiyatımız için ne kadar önemli biri olduğu ortaya çıkıyor Necip Fazıl namı diğer üstadın. Allah tarafından okyanus derinliğinde bilgiyle donatılmış bir Türk dâhisidir o. Onu içinden çıkarmış bir millet olarak oldukça şanslıyız, birçok alanda bizlere yararlı olabilecek bir yazar, şair, bilge Necip Fazıl.






















KAYNAKÇA

KISAKÜREK, Necip Fazıl [1999] Babıali, Büyük Doğu yayınları
KISAKÜREK, Necip Fazıl [2011], Çile, Büyük Doğu yayınları
http://www.aksam.com.tr/kultur-sanat/turk-edebiyatinin-cok-yonlu-sahsiyeti-necip-fazil--117635h/haber-117635











[1]   T.C Celal Bayar Üniversitesi, Demirci Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği 2. Sınıf Öğrencisi.
[2]   Ayrıntılı bilgi için bkz. Atılım Üniversitesi Seyhan Cengiz Turhan konferans salonu 26. 02. 09. NFK konferansı
[3]   http://www.eminsert.org/besteden-guefteye/343-necip-fazil-kisakürek
[4]   http://www.ismailcetisli.com/ismailcetisli/makaleler/olumunun15-yılında/07.11.2008
[5]   Gösterilen yer.
[6]   http://www.cigdemgizemkoca.com.tr/2014/turkce-necip-fazil-en-sevdiğim-şair
[7]   Gösterilen yer.
[8]   Gösterilen yer.
[9]   http://www.dailymotion.com/video/xbzcya_necip-fazly-kisakürek-in-edebiyat-h_lifestyl
[10]  Gösterilen yer.
[11] http://www.dailymotion.com/video/xbzcya_necip-fazly-kisakürek-in-edebiyat-h_lifestyl
[12] Gösterilen yer.
[13] http://www.aksam.com.tr/kultur-sanat/turk-edebiyatinin-cok-yonlu-sahsiyeti-necip-fazil--117635h/haber-117635
[14] Gösterilen yer.
[15] Gösterilen yer.
[16] Gösterilen yer.
[17] http://www.aksam.com.tr/kultur-sanat/turk-edebiyatinin-cok-yonlu-sahsiyeti-necip-fazil--117635h/haber-117635
[18] KISAKÜREK, Necip Fazıl [1999] Babıali, Büyük Doğu yayınları,s.123
[19] Kısakürek, a.g.e, s.124
[20] KISAKÜREK, Necip Fazıl [2011], Çile, Büyük Doğu yayınları, s.34

10 Ocak 2015 Cumartesi

Canan TAN, Hasret(Tanıtım) - Zafer YILMAZ

                                                              Canan TAN, Hasret


                   İstanbul 2013, Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş, 350s.

             , 1Zafer YİLMAZ

                  Hasret, en büyük esaret...
       
               1 T.C    Celal Bayar Üniversitesi ,Demirci Eğitim Fakültesi.Türkçe Öğretmenliği Bölümü
Öğrencisi

        Canan Tan’ın yeni romanı Hasret, mübadele öncesinde başlayıp hasretle sonuçlanan derin bir aşkı ve ayrılığı anlatıyor
HASRET mi, ÖLÜM mü deseler,
Ölümü seçerdi. Tereddütsüz...
Hiç gözünü kırpmadan.
Ama ona soran olmadı ki...

       Çok satanlar listesinin en önemli müdavimlerinden Canan Tan’ın yeni romanı Hasret, geçmişin toplumsal çalkantıları içinde yarım kalmış, parçalanmış, kırık bir aşk hikâyesini anlatıyor. Gerçek bir yaşam hikâyesinden alınan ve mübadele döneminde onulmaz bir hasrete mahkûm olan bu aşkın izleri Cumhuriyet öncesine uzanıyor.

      1-100 sayfa arası: Romanın başkahramanı, 1920’lerde Kırşehir’in Keskin ilçesinde yaşayan Tacettin adlı bir genç. Köklü ve varlıklı bir aileye mensup olan Tacettin’in en yakın iki arkadaşından biri Rum (Aris), diğeri Ermeni’dir (Artin). Tacettin, arkadaşlarıyla gittiği tavernada, mekânın sahibi Omorfia’nın kızı Patricia’ya âşık olur. Tacettin’in ailesi bu ilişkiye şiddetle karşı çıkar. İstedikleri kadar karşı çıksınlar; aşkın Dini, Dili, Irkı yoktur. Herkeste olduğu gibi Tacettin’de de bu geçerli idi. Ne yaparsa yapsınlar tek, biricik sevdasından vazgeçmeyecekti karşısında olan taraf ailesi olsa bile. İlişkileri devam ederken Patricia hamile kalır ve oğulları Ali dünyaya gelir. Bu olay Patricia’nın ailesinde değil de Tacettin’in ailesinde soğuk duş etkisi yaratmıştı ne kadar ailesine yalvarsa da ne yapsa ne etse de bu çocuk bile katı yüreklerin erimesine yardımcı olamamıştı. Bu arada Kurtuluş Savaşı başlamış, tüm ülkede olduğu gibi Keskin’de de Rumlarla Müslümanlar arasında gerginlikler baş göstermiştir. Lozan Antlaşması öncesinde, mübadele sözleşmesi imzalanır. Keskin’deki Rumlarla birlikte Patricia, annesi ve üç yaşındaki Ali’de Yunanistan’a gönderilir. Gönderilmelerinden Tacettin’in haberi yoktur sevdiğine biricik aşkına bir elveda bile diyemeden gitmişlerdi. Ali’sini kınalı kuzusunu göremeden, ona ve Patricia’sına sarılamadan doya doya öpemeden ayrılmışlardı bu ellerden.
     100-200 sayfa arası: Tacettin derin bir hüzne düşmüştür yüzünde en ufak bir tebessüm bile kalmamıştır oyuncağı elinden alınan çocuklara dönmüştür, artık ikisi de yarım kalmış bir aşk hikayesinin kahramanı olarak anılacaktı Keskin’de. Patricia ve Ali’nin gidişinden sonra bir daha toparlanamayan Tacettin için tüm aile seferber oldu Fatiş ve Ümüş Hatunların çocukları toplaması, akşam yemekleri vermesi Tacettin’in eve dönüşü için uğraşıyordu. Patricia’nın gidişinden sonra ne yapsa olmadı her gece her gece onların fotoğraflarıyla konuşmaktan kendini alamadı. Baktığı her yerde Patricia ve Ali’nin gölgesini hissediyordu. Sanki Tacettin değil de başka biri bedenine hükmediyordu. Artık iyiden iyiye ailesinden kopmuştu. Hacı Ali Bey, Ümüş Hatun, ev halkı kısacası Fatiş Hatundan başka herkes Tacettin’i eve geri getirmek için elinden gelenden daha fazlasını yapıyordu ama ne çare. Tacettin, Patricia’ya olan aşkının gölgesinde kendine yer bulmuştu ve bulduğu bu yerde kendinden başkasına yer yoktu. Onu yetiştiren, okutan, büyüten ailesine bile.
      200-300 sayfa arası: Patricia’da ise durum aynı idi. Tek fark göçten sonra evlerine yerleştikleri Türk aile ile kaynaşması sanki uzun yıllar tanışıyorlarmış olmasıydı belki olmasaydılar alışma sürecini bu kadar kolay atlatamayacaklardı ama ne olursa olsun. Tacettin’in yokluğu içi fazlasıyla yanıp kavruluyordu tek avuntusu biricik yavrusu Ali idi. Günler Tacettin olmadan geçmek bilmiyordu. Ali de olmasaydı kim yerini doldurabilirdi ki Tacettin’in. Bu aşkın gölgesinde ikisi de artık yeni hayatlarına alışmaya çalışıyorlardı ya da çalışıyorlar gibiydiler çünkü ikisinin de ölüden farkı yoktu. Zaman geçiyordu yeni hayatlar demek yeni insanlar demekti. Nitekim de öyle oldu. Tacettin uzun bir zaman direndi Patricia’nın yerine kimseyi koymadı zaten koyamazdı da ama çevresel etmenler, kendi ailesi onu Behire ile evlenmeye razı getirdi ilk başta kendine, aşkına, Alisine en önemlisi tek aşkına Patricia’sına bu ihaneti yapamazdı, yediremezdi kendisine ama gelin görün ki en büyük ihaneti yaptı kendisine değil yıllardır koruduğu aşkınaydı bu ihanet.
     300-350 sayfa arası: Ama öbür tarafta sadakat devam ediyordu. Omorfia’nın baskılarına rağmen evlenmeyen Patricia, Tacettin’e ve onun tek yeganesi Ali’ye adamıştı hayatını. Zaman ikisini de bir hançer gibi kesip geçiyordu. Hep yarım yamalak mutluluklar yaşanıyordu iki tarafta da ama öyle bir şey oldu ki bu her şeye değerdi yıllar sonra kim bile bilirdi ki Ali babasını
görmeye gelecek Patricia’nın selamını Tacettin’e iletecek, Tacettin ise yıllar önce çıkardığı mukavvalı fotoğrafı Patricia’ ya Ali tarafından gönderecekti.

      Canan Tan’ın Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan yeni romanı Hasret, parçalanan bir aşkın toplumsal arka planını çarpıcı bir şekilde çizerek, bugünün tartışmalarına da bir gönderme yapıyor. Romanın odağında aşk duruyor, din, dil, ırk gözetmeden. Ayrılık keskin bir bıçak gibi ayırıyor âşıkları. Gözyaşı romanın kahramanları kadar okuru da esir alıyor zaman zaman. Yaşanmış hikâyelerin tüm gücünü ve etkisini gözler önüne seriyor Hasret.

8 Ocak 2015 Perşembe

Doğan CÜCELOĞLU, Savaşçı (Tanıtım) - Murat ÇOLAK


Doğan CÜCELOĞLU, Savaşçı
İstanbul Kasım 1999. Sistem Yayıncılık. 400s.

Murat ÇOLAK
Psikoloji alanında tanınmış bir öğretim görevlisi olan yazarın, bir öğretmen olan Arif Beyin iç çatışmalarına kendi geliştirdiği yöntemlerle çözüm bulmaya çalışan, söyleşi biçiminde yazılmış bir kitaptır.
Yazar kitabına e.e.cummings’in “Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, Kendin olarak kalabilmek, Dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, Artık hiç bitmez!.. “ sözüyle başlıyor. Kitabın adı olan savaşçı sözü bu anlamda bir savaşçıyı ifade ediyor. Kitabın içerisinde yer alan karakterlerden yazarın kendisi, gerçekte de olduğu gibi algılama, öğrenme, psikoloji ve iletişim konularında uzman ve tanınmış bir öğretim görevlisi; Arif Bey ise mutsuz, kendini aptal gibi hisseden, ne istediğini bilmeyen, yalnız, kendisini kaybolmuş hisseden bir sınıf öğretmeni. İki karakterin tanışmalarından sonra kitap içerisindeki konular yazar ve Arif Bey arasında Arif Bey’in soruları ve yazarın; hayatı, psikolojiyi, toplumu, felsefeyi, iletişim ve insan ilişkilerini konu edinen cevaplarıyla, soru-cevap şeklinde okuyucuya aktarılıyor.
      Birinci bölüm “Arayış”: Birinci bölümde arayıştan söz ediliyor. Anlamını yitiren bir yaşamın temel sorununun bireyin varoluşunda sadece kendisi için önemli gördüğü kişiler tarafından tanınmayı, kabul edilmeyi, sevilmeyi, özlenmeyi, değerli bulunup güvenilmeyi istemesi biçiminde yaşaması, kendine özgün bireysel yaşamın olmaması, olduğu anlatılıyor. Savaşçıdan ve özellilerinden kısaca bahşediliyor.
       İkinci bölüm “Uyanış”: İkinci bölümde arayış sonucunda farkına varma ve uyanıştan söz ediliyor. Kişi ancak uyandıktan sonra, daha önce uyuyor olduğunu kavrıyor. Yazar CARL SUNG’ın “Kendi kalbine bakmayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur; içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder.” sözüyle uyuyan kişinin uyuduğunu bilmezse gördüğünün rüya olduğunu anlayamayacağını ve farkına varmanın uyanış için ne derece önemli olduğunu vurguluyor.
       Üçüncü bölüm “Niyet”: Üçüncü bölümde niyet etmekten ve savaşçının anlamından bahsediliyor. Savaşçının başkası için değil, kendi gönlü, kendi niyetiyle, kendi yaşamı için savaşçı olduğu vurgulanıyor. Niyetin de anlamlı ve coşkulu bir yarın yaşatmak için yapılması, ancak bu yarının “kişisel bütünlük içinde bildiğimizi bilerek, bilmediğimizin farkında olarak, ikisi arasındaki farkın bilincinde gerçeğe sürekli saygılı olarak“ atılabileceği belirtiliyor.
      Dördüncü bölüm “Geleceği Yaratmak”: Dördüncü bölümde yarını ancak kişisel bütünlük içinde yaratabileceğimizden ve bütün kötülüklerin anası, bütün yanlışlıkların, geriliklerin kaynağının gerçeğe saygısızlık olduğu Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” sözüyle vurgulanıyor. İlişkilerde tutarlılık ve vicdan konuları işleniyor.
      Beşinci bölüm “Güç”: Beşinci bölümde yarını yaratmak için güçlü olmak gerektiğini söylüyor. Bu gücün nereden geleceği sorusuna, “kim olduğunu bil” diyor. “Kişinin gerçek gücü ortada” ve devam ediyor: “nasıl konuşacağını bil; kiminle, neyi, nerede, ne zaman ve nasıl konuşacaksın? En önemlisi niçin konuşacaksın? BİL” diyor.
Altıncı bölüm “Sorumluluk”: Altıncı bölümde yaşamdaki sorumluluk ve savaşçının sorumluluğundan bahsediliyor. Yaşam kimin sorumluluğu? diye bir soruya yazar “Kimine göre ana-babanın; kimine göre evlendiği eşinin; kimine göre komşusunun; kimine göre onu çalıştıran şirketin; kimine göre devletin; kimine göreyse yaşamda sorumluluk diye bir şey yoktur.” diyor.
Yedinci bölüm “Ölüm Bilinci”: Yedinci bölümde “Şimdi ve şu anı yaşama tembelliği” neden bu kadar yaygın? Neden görmeyiz bize bakan gözleri, neden kırarız gönülleri, neden pişmanlıklar içinde yuvarlanır gideriz? Sorularının yanıtı savaşçının ölüm bilinci içinde irdeleniyor.
Sekizinci bölüm “Değişim”: Sekizinci bölümde sıradan, kaybolmuş, güçsüz bir insanın dahi savaşçı olabileceği, bunun yolunun da değişim olduğu belirtiliyor. Bu değişimin nasıl olacağı sorusuna “Farkına vararak ve farkına vardığını yaşayarak.” diyor yazar.
Dokuzuncu bölüm “Bitmemiş İşler”: Dokuzuncu bölümde bitmemiş işlerle tanışıyoruz. Bitmemiş işler bitmeden gücümüzü kazanamayacağımız; şimdi ve şu anın tembelliğinden kurtulmamız gerektiği anlatılıyor ve örnek olarak onuncu bölümde Don Juan savaşçı olmanın güçlü örneklerini veriyor. 
       Onuncu bölüm “Savaşçı olmak için”: Onuncu bölüm Doğan Bey Arif Bey’e savaşçı bir öğretmen olmayı teklif etmektedir. Bunun için savaşçının tüm özelliklerini bir liste haline getirirler. Savaşçı, karar vermeden önce düşünür, inceler, gözden geçirir, acele etmez, her şeyi hesaba katar. Savaşçı kararını verirken özgür iradesi içinde verir. Verdiği karardan pişmanlık duymaz. Sabırlıdır ve niçin beklediğini bilir. Ölümün tümüyle bilincinde ama aynı zamanda da bunu umursamaz bir tavır içindedir. Hiçbir şeyin müptelası olmaz. Savaşçı seçimini yaparken gönlünün sesini dinler. Dünyayı olduğu gibi görür ve her şeye saygılıdır. Alçakgönüllüdür, her şeyi üstesinden gelinmesi gereken bir öğrenme fırsatı olarak görür. Yaşama katkıda bulunan her şeye ve herkese teşekkür duygusu besler.
On birinci bölüm “Gözden geçirme”: On birinci bölümde Arif Bey’le yazarın son buluşmasında konuşulanlar genel bir gözden geçiriliyor. Arif Bey’in ilk tanışmadaki psikolojik durumu ile en son durumu karşılaştırılıyor. Konuşulanların gözden geçirilmesi yapılırken yazar kitabın bütününü daha sade ve açık bir dille özet şeklinde okuyucuya tekrar veriyor. Bir insanın düşüncelerinin ve yaşamının nasıl değişebileceği konusu Arif Bey’in düşünceleriyle ortaya konuluyor.
       On ikinci bölüm “Devam edelim”: On ikinci bölüm Arif Bey ve Doğan Bey yaptıkları bir telefon görüşmesinde, toplumsal sorunlar ve konular üzerine odaklanmış yeni bir dizi buluşma daha yapmaya karar verirler.
       Kitaptan çıkarılacak en önemli not; hayat boyu yaptığımız davranışlar hakkında sorduğumuz neden ve niçin sorularını cevaplayabilmenin en önemli şartı kendi benliğimizin ve çevremizin farkına varmaktır.
       Benim görüşüme göre; yazar kitabın psikolojik ve felsefe konulu olmasından dolayı okuyucuyu sıkmamak ve sürükleyici gelmesi amacıyla kitabı söyleşi şeklinde yazmıştır; bu da kitabın albenisini ve cazibesini arttırmıştır. Kitap bizlere coşkulu ve mutlu yaşamanın gerekliliklerini en güzel bir şekilde aktarıyor. İnsanın mutlu olması için sıkı sıkıya bağlandığı zincirlerinden ve kaygılarından kurtulması gerektiğinden bahsediyor. Kendini geliştirmek ve hayatı anlamlı yaşamak isteyen herkesin alıp okumasını şiddetle tavsiye ediyorum. Doğan Cüceloğlu’na da deneyimlerini ve eşsiz bilgilerini kitap yoluyla bize aktarmaya çalıştığı için teşekkürlerimi sunuyorum.

Türk Büyüklerinden Mehmet Akif ERSOY - Şeyma KAYDUÇ




TÜRK BÜYÜKLERİNDEN MEHMET AKİF ERSOY
Şeyma KAYDUÇ[1]
Edebiyatımızda büyük yer etmiş olmasının dışında İslamcılık veya ümmetçilik fikir yapısının da önde gelen isimlerinden olan milliyetçi bir şairimizdir. Milli ve manevi duyguları ön planda tutan Ersoy'u, aynı zamanda bir Türk Büyüğü olarak da niteleyebiliriz.
Mehmet Akif'in Eğitim Hayatı
1878 yılı Şubat ayı başlarında 4 yıl 4 ay 4 günlük olan Mehmet Akif, geleneğe uygun olarak Fatih’te Emir Buhari mahalle mektebine başlatıldı. Buraya iki seneye yakın bir süre devam ettikten sonra 1879 yılı sonlarında Fatih İbtidaisi’ne (ilkokul) geçmiştir. Babası kendisine o yıl Arapça öğretmeye başladı. Üç yıllık ilkokulu bitiren Mehmet Akif, 1882 yılında Fatih Merkez Rüştiyesi’ne (ortaokul) başladı. Bu sırada hem babasının Arapça derslerini hem de Fatih Camisinde Farsça dersleri veren Esad Dede’yi takip etmektedir. Türkçe ve Fransızca derslerinde de akranlarından çok ileri olan Mehmet Akif’in dil öğrenme konusunda üstün kabiliyeti olduğu görülüyordu. 1885 yılında üç yıllık ortaokulu bitirince babası meslek seçimini kendisine bırakır. Bunun üzerine 10 gün kadar devam ettiği Mülkiye Mektebi’nden ayrılarak 1889 yılında eğitime başlayan Baytarlık Mektebi’ne (veterinerlik) kayıt yaptırır ve 1893 yılında mezun olarak hayata atılır.[2]
Mehmet Akif’in eğitim hayatı sırasında karşılaştığı iki felaket vardır. Bunlardan birisi, babasının ölümü ve diğeri ise evlerinin yanmasıdır. Bu iki felaket de 1889 yılında olmuştur. Evlerinin yanması üzerine Mehmet Akif’in babasının Prizren’li talebesi Hoca Mustafa Efendi, hocasının yanan evi yerine üç dört odalı bir ev yaptırarak hocasına olan sadakatini ve vefasını gösterir.[3]
Mehmet Akif'in Fikir Yapısı ve Yaptığı Faaliyetler
1893 yılında Veterinerlik Fakültesini bitiren Mehmet Akif, veteriner müfettişi olarak çalışmaya başlamıştır. Mehmet Akif, 20 yıl kadar bu mesleğini sürdürür ve 1913 yılında kurum müdürü Abdullah Efendi’nin haksız yere görevden alınmasına tepkisini göstermek üzere istifa etmiştir. Vazifesinin merkezi İstanbul olmakla birlikte, dört yıl kadar Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görevli olarak dolaşmış, çeşitli merkezlerde kısa veya uzun süreli kalmıştır. Görevi köylerde hayvan hastalıklarıyla ilgilenmektir. Bu görevi sayesinde sürekli gezen şair, halkı çok yakından tanıma imkânı bulmuştur.[4]
1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebinde edebiyat öğretmeni olarak ders vermeye başlar. 1908 yılında İttihad ve Terakki Partisine girer. Aynı yıl hem Sırat-ı Müstakim’de şiirler yayınlamaya başlar hem de İstanbul Üniversitesinde edebiyat derslerine girmek üzere öğretim üyesi olur. 1913 yılında bu görevinden de istifa eder. 1914 yılında I. Dünya Savaşı başladığında Almanya’daki esir Müslüman askerleri kurtarmak ve faydalı olmak için Teşkilat-ı Mahsusa’nın seçtiği heyet içinde Almanya’ya gider. 5 Haziran 1920’de Burdur milletvekili olur ve 21 Mart 1923 tarihine kadar bu görevine devam eder. Milletvekilliğinin sona ermesiyle birlikte ailesiyle birlikte İstanbul’a döner. Mehmet Akif’in şiir yazdığı 1908-1923 yılları idare değişiklikleri, savaş, bozgun, toprak kayıpları, işgal ve yeniden dirilme yıllarıydı. Mehmet Akif, bu dönemin aktüel olaylarından etkilenir ve etkiler.[5]

Birinci Dünya Savaşı’nın Türkiye aleyhine sonuçlanması, batılı emperyalist ülkelerin İslam âleminin bütünlüğünü dağıtmak için birlik olmalarına karışlık Müslümanların birbiriyle boğuşarak parçalanmaları Mehmet Akif’i çok üzmüştür. Bir ara karamsarlığa kapılan Mehmet Akif Osmanlı Cihan Devletinin mağlup olmaması için şiirler, makaleler yazarak, camilerde vaazlar vererek, halka konuşmalar yaparak batı emperyalizmine karşı toplumun mücadele gücünü artırmaya çalışır. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkması, ardından Ayvalık’ın alınması üzerine Mehmet Akif, İstanbul’dan derhal Balıkesir’e gider ve Zağanos Paşa Camisinde verdiği vaazla halkı istiklalini korumak için milli mücadeleye teşvik eder. Bu hareketi yüzünden Darü’l-hikmeti’l-İslamiyye azalığından çıkartılır. Mehmet Akif’e, savaş yıllarında yapmış olduğu büyük fedakârlık ve kahramanlıklar nedeniyle tarih ve fikir adamaları tarafından hiç tereddüt edilmeden “İstiklal Savaşımızın Manevi Önderi” sıfatı verilmiştir.[6]
İstiklal Marşı'nın Yazılması ve Kabulü
Milli mücadelenin çetin safhalarında hem millete ve ordumuza moral vermek hem de sesimizi siyasî olarak bütün dünyaya duyurarak bağımsızlık mücadelesinden asla taviz vermeyeceğimizi ilân etmek üzere bir marş yazılmasının uygun olacağı fikri ortaya çıkmıştı. Eğitim Bakanlığı'nın yürüttüğü çalışmalarda, birinciliği kazanan eserin sahibine 500 lira nakdî mükâfat verileceği duyurulmuştu. Neticede; 500'den fazla şiirin gönderildiği yarışmada birinciliğe lâyık bir şiir bulunamamıştı. Vaat edilen mükâfat sebebiyle müsabakaya katılmayan, ancak şairliği ve bu konudaki kabiliyeti herkes tarafından bilinen Mehmet Akif'ten Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve Balıkesir Mebusu Hasan Basri böyle bir şiiri ancak kendisinin yazabileceğini beyanla bir şiir talep etmişlerdi. Neticede; yazılan şiir, Meclis tarafından beğenilerek burada okunmuş ve Millî Marş olarak kabul edilmiştir. Bunun üzerine 12 Mart 1921 günü kabul edilen ve milletin ruhuna ve ordumuzun kahramanlığına hitap eden marş, Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından yeniden okunmuş, milletvekilleri tarafından ayakta dinlenilerek büyük bir coşkuyla alkışlanmıştır.[7]
Mehmet Âkif'in Ankara günlerinde çektiği maddî sıkıntı herkesin malumu olmasına rağmen, hatta şiddetli soğuklarda bir arkadaşının paltosunu giyerek Meclis'e gittiği bilindiği hâlde, o, vaat edilen mükâfatı kabul etmemiş ve Dâru'l-Nisaiye'ye bağışlamıştır. Sonraki yıllarda, İstiklâl Marşı gibi bir şiirin yeniden yazılıp yazılamayacağı tartışmalarına, "Allah bu millete bir daha böyle bir marş yazdırmasın!" sözleriyle karşılık vererek, o dönemde yaşanan hâdiselerin ciddiyet ve vahametini yeniden gözler önüne sermiştir.[8]
Mehmet Akif'in Eserleri
Şiirlerini "Safahat" adlı eserinde toplamıştır ve bu eser 7 bölümden oluşur. Bu bölümler aşağıda verilmiştir.[9]
Birinci bölüm olarak "Safahat"; 1911 yılında yazılmıştır ve Osmanlı toplumunun Meşrutiyet yıllarına değinir.
İkinci bölüm "Süleymaniye Kürsüsünde" olup, Osmanlı'da aydın-halk arasındaki ilişkiyi inceler.
Üçüncü bölüm "Hakkın Sesleri", 1913 yılında yazılmıştır. Her şiirin başında dönemin toplumsal ve siyasal olaylarına ışık tutan birer ayet vardır.
Dördüncü bölüm "Fatih Kürsüsünde", genç nesle mücadeleyi ve çalışma azmini kazandırmayı amaçladığı düşüncelerinden oluşur. 1914 yılında tamamlanmıştır.
Beşinci bölüm ise "Hatıralar" bölümü, Akif'in 1917 yılında, İslam birliğini vurgulayarak, her şiirinin başına bir hadis yerleştirdiği bölümdür.
Altıncı bölüm "Asım", 1924'te olması gereken gençlik tipi, birinci dünya savaşı tablolarıyla verilir.
Yedinci bölüm "Gölgeler" ise, dini şiir ve dörtlüklerden oluşmaktadır.
Sonuç
İstiklal Marşımızın şairi olarak tanıdığımız Mehmet Akif, çok sayıda incelemelere, makalelere ve tezlere konu olmuş büyük edebi kişiliğinin yanında, bir fikir adamı olup ülkülerini şiirlerine oldukça başarılı bir şekilde yansıtabilen usta sanatçılarımızdandır.
Bir Türk büyüğü olarak görülmesinin asıl sebebi, sanat kaygısını milli ve manevi düşüncelerin gerisinde tutarak, kendisini topluma adamış bir sanatçı olması ve toplumun en büyük sınavı olan milli mücadele yıllarında göstermiş olduğu büyük çaba ve halka yaptığı öncülüktür.




KAYNAKÇA
HALEOĞLU Mehmet, İstiklal Marşının Kabulü", Sızıntı, 386(2011), s.1
http://www.mehmetakifersoy.com/makale_detay.php?makaleid=1349
http://www.edebiyatogretmeni.org/mehmet-akif-ersoy/
               


[1] T.C. Celal Bayar Üni. Eğitim Fakültesi, Türkçe Öğretmenliği Lisans Öğrencisi
[2] http://www.mehmetakifersoy.com/makale_detay.php?makaleid=1349
[3] Gösterilen yer.
[4] Gösterilen yer.
[5] http://www.mehmetakifersoy.com/makale_detay.php?makaleid=1349
[6] Gösterilen yer.
[7] Haleoğlu Mehmet, "İstiklal Marşının Kabulü", Sızıntı, 386(2011), s.1
[8] Mehmet Haleoğlu, a.g.e, s.1
[9] http://www.edebiyatogretmeni.org/mehmet-akif-ersoy/

4 Ocak 2015 Pazar

Yunus Emre'nin Dili - Kübra Maral


YUNUS EMRE’NİN DİLİ
Kübra MARAL
Celal Bayar Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Türkçe Öğretmenliği
Lisans Öğrencisi

                                                                                                  
          1)13. YY’DA DİLİN DURUMU
Türkler,11.Yy’ın son çeyreğiyle birlikte Anadolu’ya yerleşmeye başlamışlardı. Dolayısıyla buradaki halk, Türkçe konuşuyordu. Fakat bu konuştukları dile bir edebi üslup kazandıramamışlardı. Bu duruma sebebiyet veren en önemli şey; Arapçanın idari, Farsçanın ise edebi bir dil olmasıydı. [1]13. Yy’in ortalarında Moğol baskıları sonucu Anadolu’ya pek çok Türkçe konuşan halk gelmiş, bu durum Türk diline bir varlık alanı açmıştı. Böylece 13. Yy’ in 2. Yarısında Türkçe eserlerin sayısında bir artış meydana gelmişti.
            Türk yazı dili bu yüzyılda batı Türkçesi ve kuzey-doğu Türkçesi olmak üzere 2 ye ayrılmıştı. Batı Türkçesi, içerisinde Anadolu Türkçesi, Azeri Türkçesi, Türkmen Türkçesi gibi çeşitli yazı dillerini ortaya çıkartmıştı ve Batı Türkçesinin temelini eski Anadolu Türkçesi oluşturuyordu. Eski Anadolu Türkçesi, Türkçenin belgelerle takip edilebilen ilk dönemiydi ve 13. Yy a kadar olan tüm zamanı içerisine almaktaydı. Ayrıca bu dönem, Türkçenin bütün dönemleri içerisinde ses ve biçim bilgisi bakımından en saf ve duru dönemidir.

2)YUNUS EMRENİN YAŞADIĞI DÖNEMDE TÜRKÇE’YE VERİLEN ÖNEM
            [2]Yunus Emre’nin yaşadığı devirde Türk dilene çok fazla önem verilmiyordu. Arapça ve Farsça bu yüzyılda edebiyat dili haline gelmişti fakat Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Anadolu da ortaya çıkan beylikler Arapça ve Farsça ’ya fazla önem vermemişlerdi. Durum böyle olunca Türk diline gönül vermiş bazı şairler, dillerini diriltmek için çalışmalara başladılar ve bu çalışmalar sonucunda Türk diline adeta hayat verdiler. [3]Yapılan çalışmalar sonucu ortaya koyulan ilk eserler çok fazla yeterli değildi. Fakat böyle bir devirde Yunus Emre gibi bir halk şairinin yetişmesi, Türk dilinin cılızlıktan kurtarılacağının habercisiydi.

3)YUNUS EMRE’NİN DİLİ
Yunus Emre’nin dili Eski Oğuz Türkçesi’ydi[4]. Bir taraftan Eski Türkçe izleri, diğer taraftan yeni yeni şekillenen Eski Anadolu Türkçesi izleri Yunus’un şiirlerinde yer almaktaydı. Ayrıca Yunus’un şiirlerinde Arapça ve Farsça kelimeler de mevcuttu. Fakat Yunus Emre bu kelimeleri Türkçe söyleyiş özelliğine uydurmuştur. Bu yüzden Yunus Emre’deki Arapça ve Farsça kelimeler okuyucuya ağır gelmez.

3.1)DİL İNCELEMESİ
1.      Yunus Emre’nin eserlerinde hem kelime düzeyinde hem de ses düzeyinde yuvarlak ünlülü kelimeler bulunmaktadır[5]
2.      Eserlerde ünlü düşmesi çok sık görülür.
3.      Eserlerinde birleşmeye örnek olabilecek birçok kelime vardır.
4.      Bugünkü Türkçede başında t harfi olan birçok kelime yerini d harfine bırakmıştır.
5.      Eserlerde kelime başında y düşmesi görülür.
6.      Eserlerinde sayı isimlerinden çok 1 kullanılmıştır.
7.      Türkçenin eklemeli bir dil olması nedeniyle yapım eki kullanılarak birçok kelime türetmiştir.
8.      Eserlerde en çok kullanılan zamir; ben zamiridir. Bu da tasavvufun özünde yer alan kendine dönüş düşüncesiyle yakından alakalıdır.
9.      Yunus emre eserlerinde çok değişik sıfat örnekleri kullanmıştır. Sıfatlar gündelik dildendir. Dolayısıyla niteleme, küçültme, sayı, belirtme sıfatları fazladır. Bu da eserlerin dilini zenginleştirmiştir.
10.  Dönüşlülük zamirleri ;öz, kendü, kendözdür. Belirsizlik zamirleri; fülan,ne kim, kim ,kimi ,kimesne gibi sözcüklerdir.
11.  Eserlerinde ‘ınca ’zarf fiili ‘-ceğine ‘anlamı taşımaktadır.
12.  Eserlerde yabancı dilden gelen edatların çok az kullanıldığı görülmüştür. “ġayed, amma, velâkin, lakin bigi” gibi edatların sayısı sınırlıdır. “Çün” en çok kullanılan edattır.
13.   Eserlerde en çok kullanılan zaman geniş zaman ekidir.
14.  Eserlerde rivayet birleşik zaman ve şimdiki zaman kullanılmamıştır.
15.  Eserlerde tamlamaların üçlü ve dörtlü terkipleri kullanmamıştır. Bu eserlerinin dilinin daha akıcı ve yalın olmasını sağlar.
16.   Eserlerde k>h değişikliği kelime başında (kanı) ve kelime içinde (uyhu) görülmektedir.
17.  Yönelme hal ekinin, yaklaşma ana görevi yanında eserlerde farklı görev ve anlama sahip olduğu görülmektedir:
a)Uzaklaşma görevinde
b)”için” anlamında


4)SONUÇ

13. yy bünyesinde yetişen Yunus Emre, eserlerinde canlı, işlek, samimi bir dil kullanmıştır. Halk kültürünü mahalli bir söyleyişle işlemiştir. Halka, yine halk diliyle seslenmiştir. Halk dilini mükemmel bir üslupla kullanmış bir sanatkârdır. Yunus Emre’nin dili, sade dolambaçsız, gereksiz ifadelerden uzak bir dildir. Eserlerinde Arapça ve Farsça kelimeler kullanmıştır. Fakat bu kelimelerin çoğu daha önce dilimize giren kelimelerdir.
 Yunus Emre Türk şiirinin sevilmesinde ve benimsetilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Türkçenin sevimli ve insanın içini ısıtan yüzünü ortaya çıkarmıştır. Günümüzde Yunus Emre’nin herhangi bir eserin okuyan biri, eserin dilini çok ağır bulabilir, anlamayabilir. Fakat 13. Yy bünyesinde bulunan eserlere kıyasla Yunus’un dili oldukça sadedir. Ayrıca eserlerinde Allah sevgisi üzerinde durmuş, güzel ahlakı öğütlemiştir. Hem de her türlü batıl inanca karşı, gerçek İslam tasavvufunu öğretmeye çalışmıştır. Şairliğini ve bilgeliğini belli bir amaç doğrultusunda ilerletmiş, eserlerini bu yönde ortaya koymuştur.










     KAYNAKÇA
·       Yaşar AKDEMİR, Hasan KAVRUK, 2012,Yunus Emre’de Türkçe

·       Arş. Gör. Emek ÜŞENMEZ, 2009,Yunus Emre’nin Dili Hakkında, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi


·       http://www.diledebiyat.net/yuzyillara-gore-klasik-turk-divan-edebiyati/13-yuzyilda-klasik-turk-divan-edebiyati










[1] Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz: http://www.diledebiyat.net/yuzyillara-gore-klasik-turk-divan-edebiyati/13-yuzyilda-klasik-turk-divan-edebiyati
[2] Arş.Gör.Emek ÜŞENMEZ ,Yunus EMRE’nin Dili Hakkında,İSTANBUL,Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi s.4
[3] Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz: http://yee.org.tr/kosova/tr/yunus-emre/yunus-emrenin-dili-6
[4] Arş.Gör.Emek ÜŞENMEZ ,Yunus EMRE’nin Dili Hakkında ,İstanbul,Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler,E- Dergisi,s.5
[5] Yaşar AKDEMİR-Hasan KAVRUK, Yunus EMRE’de Türkçe, ANKARA, Türkçe Yayınları, s.4